Kültür Endüstrisi
Aydınlanma Çağı ile ayak izlerini duyduğumuz sonrasında Fransız Devrimi, sanayileşme, sömürgeleşme ve ulus devlet olma çabaları ile hayata nüfuz eden ve 20. yüzyılda gerçekleşen iki büyük savaş sonrasında ise yeni bir boyut kazanan kapitalist dünya anlayışı beraberinde başını Karl Marx’ın çektiği altyapı-üstyapı odağında ilerleyen yeni tahakküm ilişkileri tartışmalarının doğmasını sağlamıştır. Maddi unsurların oluşturduğu altyapı manevi unsurların oluşturduğu üstyapıyı belirleyen bir unsur olurken aynı zamanda aralarında büyük de bir çatışma vardır ve Marx’a göre kapitalizm kendi içinde yer alan bu çelişkiler sebebiyle yerini sınıfsız bir topluma bırakacaktır. Fakat kapitalizm kendi iç çelişkilerine kendi içerisinde çözüm önerileri de sunmaya başlamıştır. 1920’li yıllarda karşımıza çıkan Fordizm akımı işçi sınıfı adına bir tüketim normu oluşturdu. Üretim ve tüketim araçlarının birliği arzusuna karşılık tüketim araçlarının özel mülkiyetini veren sistem Marksizm’in başlattığı tahakküm ilişkisi tartışmalarını da yeni bir boyuta taşımış oldu. Bu tartışmaların en şiddetli olduğu yer ise sonradan ‘Frankfurt Okulu’ olarak tanınan ‘Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’ idi.
1923 yılında kurulan fakat 1930 yılında Max Horkheimer’ın başa geçmesiyle beraber aktif olarak görmekte olduğumuz Frankfurt Okulu yeni bir Marx ve Aydınlanma Felsefesi okuması yaparak tarihsel materyalizmin yorumlanmasına ve bütünlük kazanmasına önemli katkılarda bulunmuştur. Okulun önemli isimleri olan Horkheimer ve Adorno kapitalizmin kendi kendini düzenleyen bir güç haline geldiğini ve bu doğrultuda kapitalizmin tüm toplumsal kurumların yıkılmasına ve bireyin özerkliğini yitirmesine göz yumduğunu iddia etmiştir. Tahakküm ilişkisi modeli devlet-yurttaş ilişkisinden daha çok şirketleşen bir tahakküm mekanizmasına dönüştü. Dolayısıyla benzer bir itaat ilişkisini üreten temel alan piyasa oldu ve tahakküm ilişkileri ile meşruiyet algıları da buna göre şekillenmeye başladı. Devlet alanında görülen zayıflama başka bir alanda daha sinsi ve görünmez bir şekilde yeniden üretiliyor ve Adorno ile Horkheimer bu tahakküm ilişkisinin dışına çıkılabileceğine dair fazla ümitvar değiller. Bu tartışmayı Adorno’nun Kültür Endüstrisi, Kitlelerin Aldatılışı Olarak Aydınlanma metni üzerinden daha kuvvetli bir ayağa oturtabiliriz.
1947 yılında Theodor Adorno ve Max Horkheimer ortaklaşa bir şekilde Aydınlanmanın Diyalektiği isimli bir kitap yayımladılar. Kitabın önsözünde amaçlarını: “…insanlığın gerçekten insani bir duruma ulaşmak yerine neden yeni bir tür barbarlığa battığını anlamak…” olarak açıklamakla birlikte mit ve aydınlanma kavramlarının içine düştükleri paradoksal durumu bizlere sunmaktadırlar. Aydınlanmanın Diyalektiği kitabının içerisinde müelllifi Adorno olan Kültür Endüstrisi metni ise kapitalizmin büyük krizi olarak görülen sınıfsal ayrılmaların ‘boş zaman’ kavramsallaştırması içinde kültürü metalaştırarak nasıl ortadan kalktığını tartışmaktadır. Adorno metnin genelinde de görüldüğü gibi sözünü sakınmadan, lafı fazla dolandırmadan sivri eleştiri oklarını net bir şekilde muhataplarına göndermekten çekinmemektedir. “Günümüzde kültür her şeye bir benzerlik bulaştırır.” cümlesi ile hemen metnin başında ilk eleştiri okunu gönderir. Henry Ford’un öncülüğünü yaptığı üretim bandı aracılığıyla ‘üretimin standartlaştırılması’ temeline dayanan üretim sistemi öncelikle diğer altyapı ağında yayılırken Adorno’ya göre sonrasında üstyapıya da sıçramış ve tıpkı araba, petrol vs. olduğu gibi kültürde endüstrileşen bir yapıya dönüşmüştür.
Zayıf (adi) sanat yapıtı ve büyük sanat yapıtı kavramlarından bahseden Adorno, zayıf sanat yapıtının üslup (stil) aracılığı ile büyük sanat yapıtını taklide giriştiğini söylemiştir. Bu üslup vaat aracılığıyla genelin ideasını sunarken büyük sanat yapıtının da yeniden üretimini yaparak büyük sanat yapıtını endüstrinin bir malzemesi haline getirdi. Platon’un mağara alegorisini andıran bir şekilde taklit olan mutlak olanın yerine geçti ve insanlar da tıpkı Platon’un mağarasında gölgeleri gerçek sanan kişiler haline geldiler. Bu üretim-tüketim ilişkilerinin de yeniden üretilmesini sağladı. Artık ‘boş zaman’ tıpkı ‘çalışma zamanı’ gibi zorunlu bir etkinlik haline gelmiş oldu. Tüketici kendisini çok öncesinden belirlenmiş bir üretim şeması tarafından sınıflandırılmış halde buldu. Ürünün anlamı ve değeri arasında herhangi bir ilinti kurulamadığını çünkü belli bir standardizasyon tarafından ortaya çıkarılan hiçbir ürünün diğerinden bir değer fazlası barındırmadığını biliyoruz. Bu duruma rağmen ortaya çıkan fiyat farkının sebebi ise tüketicinin de bu yeniden üretim aşamasına dahil olması ve tüketim hali içerisindeyken aynı zamanda üretilen bir nesne haline dönmesinden ibarettir.
Yaşadığı dönemin koşullarından fazlasıyla etkilenmiş olan Adorno’yu dönem koşullarından bağımsız okumak pek mümkün olmayacaktır. Nazi dönemi Almanya’sında Yahudi olarak hedef tahtasında olan Adorno, kapitalizmin en büyük kalesi olan ABD topraklarında da bir Marksist olarak çok huzurlu bir ortam bulamamıştır. Kimliği ve görüşleri doğrultusunda içinde bulunduğu tahakküm mekanizmasının devamlı hedefi olan Adorno metinlerinde bu mekanizmaya karşı çok şiddetli eleştirilerde bulunmaktan çekinmemekle birlikte politik ütopistliği terk etmiş, marksizm içinde önemli yerleri olan isyan, devrim faktörlerini hiç düşünmemiş hatta politik eylemi tamamen kapatılmış bir alan olarak görmüştür. Bu doğrultuda praksise uzak olmakla suçlanan Adorno için okulu da hedef alarak: “1930’ların ve 1940’ların başlarının Frankfurt Okulu, tarihsel materyalizmin yorumlanmasına ve bütünlük kazanmasına ciddi bir katkıda bulunmuştur, ancak aynı zamanda, Marksist düşünce için merkezi bir önemi olan praksis ile ilişki kurmayı başaramamıştır.” eleştirileri yapılmıştır. 1969 yılında üniversitede yapılan öğrenci eylemleri sırasında polis çağırarak 76 öğrencinin gözaltına alınmasına sebep olan Adorno sonrasında öğrencilerin ‘sol faşizm’ sergilediğini söylemiştir. Bu tepkisi sonrasında başta Frankfurt Okulu mensubu Marcuse tarafından olmak üzere sert eleştirilere maruz kalmıştır. Bu hareketi ‘politik eylemi kapatılmış bir alan olarak görmesi’ tezimizi de doğrulayan bir harekettir. Bu tavrının sebebini dönem olaylarının etkisi dışında Frankfurt Okulu üzerine önemli çalışmaları olan Martin Jay’in cümleleri ile de destekleyebiliriz: “Düşün adamları, ancak düşünceleri şu ya da bu araç yoluyla diğerlerine iletildiğinde önem taşırlar. Entelektüel yaşamın can alıcı açmazı, büyük ölçüde, simgeyle daha uygun bir sözcük kullanmak istenirse, gerçeklik diye adlandırılan arasındaki kopukluktan kaynaklanır. Paradoksal olarak, kendilerini, bu kopukluğu gidermenin aracına dönüştürmeye kalkışarak, söz konusu kopukluğun kendilerine sağladığı eleştirel bakış açısını yitirme tehlikesine düşmektedirler.”
Adorno Kültür Endüstrisi metni ile Fordizm sonrası ortaya çıkan yeniden üretim sürecini tarihsel materyalizme bağlı kalarak tartışmaları günümüze kadar sürecek şiddette okumuş ve eleştirmiş, mensubu olduğu okul ile beraber birçok kişiyi etkilemiş, o zamana kadar tartışılmamış konuları tartışmaya açmış olmakla beraber birçok konuda da yorumsuz kalarak ve genel karamsar bir perspektif çizerek ciddi olumsuz eleştirilerin de muhatabı olmuştur. Bu doğrultuda Adorno’yu olumlu ve olumsuz eleştiriler, Marx, Aydınlanma Felsefesi ve 20. yüzyıl ışığı altında yeniden ve yeniden okumak gerekmektedir.
KAYNAKÇA
*Adorno, T. ve Horkheimer, M. (1947), Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı Yayınevi (2014)
*Jay, M., Diyalektik İmgelem, Ayrıntı Yayınları (2014)
*Slatter, P., Frankfurt Okulu, Kabalcı Yayınevi (1998)
*Çubuklu, Y., Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde, Metis Yayınları (2014)
1923 yılında kurulan fakat 1930 yılında Max Horkheimer’ın başa geçmesiyle beraber aktif olarak görmekte olduğumuz Frankfurt Okulu yeni bir Marx ve Aydınlanma Felsefesi okuması yaparak tarihsel materyalizmin yorumlanmasına ve bütünlük kazanmasına önemli katkılarda bulunmuştur. Okulun önemli isimleri olan Horkheimer ve Adorno kapitalizmin kendi kendini düzenleyen bir güç haline geldiğini ve bu doğrultuda kapitalizmin tüm toplumsal kurumların yıkılmasına ve bireyin özerkliğini yitirmesine göz yumduğunu iddia etmiştir. Tahakküm ilişkisi modeli devlet-yurttaş ilişkisinden daha çok şirketleşen bir tahakküm mekanizmasına dönüştü. Dolayısıyla benzer bir itaat ilişkisini üreten temel alan piyasa oldu ve tahakküm ilişkileri ile meşruiyet algıları da buna göre şekillenmeye başladı. Devlet alanında görülen zayıflama başka bir alanda daha sinsi ve görünmez bir şekilde yeniden üretiliyor ve Adorno ile Horkheimer bu tahakküm ilişkisinin dışına çıkılabileceğine dair fazla ümitvar değiller. Bu tartışmayı Adorno’nun Kültür Endüstrisi, Kitlelerin Aldatılışı Olarak Aydınlanma metni üzerinden daha kuvvetli bir ayağa oturtabiliriz.
1947 yılında Theodor Adorno ve Max Horkheimer ortaklaşa bir şekilde Aydınlanmanın Diyalektiği isimli bir kitap yayımladılar. Kitabın önsözünde amaçlarını: “…insanlığın gerçekten insani bir duruma ulaşmak yerine neden yeni bir tür barbarlığa battığını anlamak…” olarak açıklamakla birlikte mit ve aydınlanma kavramlarının içine düştükleri paradoksal durumu bizlere sunmaktadırlar. Aydınlanmanın Diyalektiği kitabının içerisinde müelllifi Adorno olan Kültür Endüstrisi metni ise kapitalizmin büyük krizi olarak görülen sınıfsal ayrılmaların ‘boş zaman’ kavramsallaştırması içinde kültürü metalaştırarak nasıl ortadan kalktığını tartışmaktadır. Adorno metnin genelinde de görüldüğü gibi sözünü sakınmadan, lafı fazla dolandırmadan sivri eleştiri oklarını net bir şekilde muhataplarına göndermekten çekinmemektedir. “Günümüzde kültür her şeye bir benzerlik bulaştırır.” cümlesi ile hemen metnin başında ilk eleştiri okunu gönderir. Henry Ford’un öncülüğünü yaptığı üretim bandı aracılığıyla ‘üretimin standartlaştırılması’ temeline dayanan üretim sistemi öncelikle diğer altyapı ağında yayılırken Adorno’ya göre sonrasında üstyapıya da sıçramış ve tıpkı araba, petrol vs. olduğu gibi kültürde endüstrileşen bir yapıya dönüşmüştür.
Zayıf (adi) sanat yapıtı ve büyük sanat yapıtı kavramlarından bahseden Adorno, zayıf sanat yapıtının üslup (stil) aracılığı ile büyük sanat yapıtını taklide giriştiğini söylemiştir. Bu üslup vaat aracılığıyla genelin ideasını sunarken büyük sanat yapıtının da yeniden üretimini yaparak büyük sanat yapıtını endüstrinin bir malzemesi haline getirdi. Platon’un mağara alegorisini andıran bir şekilde taklit olan mutlak olanın yerine geçti ve insanlar da tıpkı Platon’un mağarasında gölgeleri gerçek sanan kişiler haline geldiler. Bu üretim-tüketim ilişkilerinin de yeniden üretilmesini sağladı. Artık ‘boş zaman’ tıpkı ‘çalışma zamanı’ gibi zorunlu bir etkinlik haline gelmiş oldu. Tüketici kendisini çok öncesinden belirlenmiş bir üretim şeması tarafından sınıflandırılmış halde buldu. Ürünün anlamı ve değeri arasında herhangi bir ilinti kurulamadığını çünkü belli bir standardizasyon tarafından ortaya çıkarılan hiçbir ürünün diğerinden bir değer fazlası barındırmadığını biliyoruz. Bu duruma rağmen ortaya çıkan fiyat farkının sebebi ise tüketicinin de bu yeniden üretim aşamasına dahil olması ve tüketim hali içerisindeyken aynı zamanda üretilen bir nesne haline dönmesinden ibarettir.
Yaşadığı dönemin koşullarından fazlasıyla etkilenmiş olan Adorno’yu dönem koşullarından bağımsız okumak pek mümkün olmayacaktır. Nazi dönemi Almanya’sında Yahudi olarak hedef tahtasında olan Adorno, kapitalizmin en büyük kalesi olan ABD topraklarında da bir Marksist olarak çok huzurlu bir ortam bulamamıştır. Kimliği ve görüşleri doğrultusunda içinde bulunduğu tahakküm mekanizmasının devamlı hedefi olan Adorno metinlerinde bu mekanizmaya karşı çok şiddetli eleştirilerde bulunmaktan çekinmemekle birlikte politik ütopistliği terk etmiş, marksizm içinde önemli yerleri olan isyan, devrim faktörlerini hiç düşünmemiş hatta politik eylemi tamamen kapatılmış bir alan olarak görmüştür. Bu doğrultuda praksise uzak olmakla suçlanan Adorno için okulu da hedef alarak: “1930’ların ve 1940’ların başlarının Frankfurt Okulu, tarihsel materyalizmin yorumlanmasına ve bütünlük kazanmasına ciddi bir katkıda bulunmuştur, ancak aynı zamanda, Marksist düşünce için merkezi bir önemi olan praksis ile ilişki kurmayı başaramamıştır.” eleştirileri yapılmıştır. 1969 yılında üniversitede yapılan öğrenci eylemleri sırasında polis çağırarak 76 öğrencinin gözaltına alınmasına sebep olan Adorno sonrasında öğrencilerin ‘sol faşizm’ sergilediğini söylemiştir. Bu tepkisi sonrasında başta Frankfurt Okulu mensubu Marcuse tarafından olmak üzere sert eleştirilere maruz kalmıştır. Bu hareketi ‘politik eylemi kapatılmış bir alan olarak görmesi’ tezimizi de doğrulayan bir harekettir. Bu tavrının sebebini dönem olaylarının etkisi dışında Frankfurt Okulu üzerine önemli çalışmaları olan Martin Jay’in cümleleri ile de destekleyebiliriz: “Düşün adamları, ancak düşünceleri şu ya da bu araç yoluyla diğerlerine iletildiğinde önem taşırlar. Entelektüel yaşamın can alıcı açmazı, büyük ölçüde, simgeyle daha uygun bir sözcük kullanmak istenirse, gerçeklik diye adlandırılan arasındaki kopukluktan kaynaklanır. Paradoksal olarak, kendilerini, bu kopukluğu gidermenin aracına dönüştürmeye kalkışarak, söz konusu kopukluğun kendilerine sağladığı eleştirel bakış açısını yitirme tehlikesine düşmektedirler.”
Adorno Kültür Endüstrisi metni ile Fordizm sonrası ortaya çıkan yeniden üretim sürecini tarihsel materyalizme bağlı kalarak tartışmaları günümüze kadar sürecek şiddette okumuş ve eleştirmiş, mensubu olduğu okul ile beraber birçok kişiyi etkilemiş, o zamana kadar tartışılmamış konuları tartışmaya açmış olmakla beraber birçok konuda da yorumsuz kalarak ve genel karamsar bir perspektif çizerek ciddi olumsuz eleştirilerin de muhatabı olmuştur. Bu doğrultuda Adorno’yu olumlu ve olumsuz eleştiriler, Marx, Aydınlanma Felsefesi ve 20. yüzyıl ışığı altında yeniden ve yeniden okumak gerekmektedir.
KAYNAKÇA
*Adorno, T. ve Horkheimer, M. (1947), Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı Yayınevi (2014)
*Jay, M., Diyalektik İmgelem, Ayrıntı Yayınları (2014)
*Slatter, P., Frankfurt Okulu, Kabalcı Yayınevi (1998)
*Çubuklu, Y., Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde, Metis Yayınları (2014)
Yorumlar
Yorum Gönder