KAFAMDA BİR TUHAFLIK ROMANI ODAĞINDA İSTANBULLU KİMLİĞİ TARTIŞMASI
Bir kabule göre 1605 yılında Miguel de Cervantes’in Don Quixote of La Mancha kitabı ile doğmuş olan roman türü yaklaşık 400 yıldır yeni ürünlerini dünyaya sunmakta. Geçtiğimiz 400 yıl içerisinde yazdıkları romanlarla tüm dünyaya kendilerini anlatmayı başarmış ve yaşadıkları ülkelerin, şehirlerin sembolleri haline gelmiş bazı isimler karşımıza çıkmıştır. Öyle ki St.Petersburg’u andığımızda Dostoyevski’yi, Paris’i andığımızda Victor Hugo’yu, Prag’ı andığımızda Kafka’yı ve İstanbul’u andığımızda Orhan Pamuk’u hatırlarız. Bu şehirler ile yazarları arasında bir nevi bir aşk hikâyesi vardır ve bu şehirlere onların gözünden bakmak demek Leyla’ya Mecnun’un, Romeo’ya Juliet’in gözünden bakmakla eşdeğerdir. Bu tutkulu ilişkiyi Orhan Pamuk ve İstanbul için Kafamda Bir Tuhaflık kitabı ile irdelemeye çalışacağız.
1952 yılında İstanbul’da doğmuş olan Orhan Pamuk New York’da yaşadığı üç yıl dışında tüm hayatını İstanbul Nişantaşı’nda Pamuk Apartmanı’nda geçirdi. Orhan Pamuk daha önce yazmış olduğu Cevdet Bey ve Oğulları, Kara Kitap, Masumiyet Müzesi ve İstanbul kitapları ile kendi yaşadığı Nişantaşı, Cihangir gibi şehrin üst tabaka sınıflarının oturduğu kesimlerin hikâyelerini aktarmıştır. Öteki Renkler adlı derleme kitabında kendisinin de bahsettiği gibi Pamuk şehre baktığında “Pera sırtlarından Sarayburnu, Topkapı, Ayasofya ve eski İstanbul’a bakınca gözüken resim” ile karşılaşmaktadır. Kafamda Bir Tuhaflık kitabında ise diğer kitaplarından farklı olarak Tarlabaşı, Kasımpaşa, Gazi Mahallesi gibi şehrin daha aşağı tabaka kesimlerinin yaşadığı bölgeleri anlatmayı tercih ederek diğer kitaplarına göre farklı bir yol çizmiştir kendisine. Bu tercih Pamuk’la İstanbul arasındaki tutkulu ilişkiyi daha da gözler önüne sermektedir. Bu ilişkiyi bizzat yazarın ağzından da onaylayabiliriz: “…Çoğu zaman da tıpkı şikâyet etmemem gerektiğine inandırdığım gövdem (biraz daha kaim kemikli ve yakışıklı olsaydım) ve cinsiyetim (acaba kadın olsaydım cinsellik daha küçük bir dert mi olurdu?) gibi doğduğum ve bütün hayatımı geçirdiğim İstanbul’un da benim için tartışmasız bir kader olduğunu anlarım.”.
İstanbul bulunduğu coğrafi konum ve yaklaşık 1500 yıl boyunca üstlendiği imparatorluk merkezi görevi sebebiyle yüzyıllardır tüm dünyanın dikkatini çeken bir şehir olma görevini sürdürür. Doğu Roma ve Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti görevleri sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve dünyanın küreselleşmesinin şehre çok ciddi etkileri olmuştur. Kafamda Bir Tuhaflık romanı Beyşehir yöresinden İstanbul’a göçlerin başladığı 1954 yılı ve sonrası şehrin geçirdiği dönüşümü gözler önüne serer ve İstanbul’un tarihte aldığı yeni vazifesiyle nasıl başa çıktığına dair önemli ipuçları verir. 1954 yılı ile başlayan hikâye 2012 yılına kadar devam eder ve İstanbul’un 48 yıllık macerasını anlatır. Kitap, ana karakteri Mevlut Karataş olan fakat sıklıkla mülakat tekniği kullanılarak kitabın birçok karakterini dinleme şansı bulduğumuz sıradışı bir teknikle yazılmıştır. Bu teknik kitaba bir romanın yanısıra bir İstanbul belgeseli havası da katar. Pamuk kitabın bizzat karakteridir ve adeta eline aldığı mikrofonla tüm kitap karakterleriyle sırayla sohbet eder. Belgesel ifadesi kitabın edebi kalitesine gölge düşürmemeli çünkü Pamuk sanki böyle bir yorum beklermiş gibi henüz kitabın ilk paragrafında neredeyse tüm kitabı özetleyen şu sözlerle başlar kitaba: “Bu boza ve yoğurt satıcısı Mevlut Karataş’ın hayatının ve hayallerinin hikâyesi. Mevlut, Asya’nın en batısında bir yerde, puslu bir göle uzaktan bakan yoksul bir Orta Anadolu köyünde 1957’de doğdu. On iki yaşındayken İstanbul’a geldi ve ondan sonra hep orada, dünyanın başkentinde yaşadı. Yirmi beş yaşındayken köyünden bir kız kaçırdı; tuhaf bir şey oldu bu, bütün hayatını belirledi. İstanbul’a döndü, evlendi, iki kızı oldu. Yoğurtçuluk, dondurmacılık, pilavcılık, garsonluk gibi çeşit çeşit işte hiç durmamacasına çalıştı. Ama akşamları İstanbul sokaklarında boza satmayı ve tuhaf hayaller kurmayı hiçbir zaman bırakmadı.” Bu cümleleri okuyarak kitaba başlarız ve aslında kitabın ilk paragrafıyla beraber hemen hemen kitabın tüm önemli noktalarını biliyoruzdur fakat kitap Türkiye ve İstanbul tarihi adına çok ciddi bir şekilde çalışılmış, ince ince örülmüş detaylar ile kendisini göstermekte ve şehrin tarihi, sosyolojisi adına çok önemli noktalara değinmektedir.
Böyle önemli kitapları tek bir kelime ile ifade etmek doğru olmayabilir fakat Kafamda Bir Tuhaflık kitabı için en baskın ifade “göç” olacaktır şüphesiz. Bu yazarın da tercihi dışında bir odaktır çünkü İstanbul’un cumhuriyet dönemi tarihi adeta bir göçler tarihi olmaktadır. Bu yalnızca İstanbul için değil tüm dünya için geçerli olabilecek bir ifade. Uluslararası Göç Örgütü rakamlarına göre, dünyada her yedi insandan birisi göçmen durumunda. Özellikle İstanbul gibi büyük şehirler göç konusunda çok ciddi hedef konumunda olmaktalar. Yukarıda Pamuk’un yaptığı genel özetin yanısıra İstanbul’un göçler tarihi üzerinden kitabı yeniden okumaya çalışacağız. Kahramanımız Mevlut Karataş ve hemşerilerinin İstanbul’a göçmesinin baş müsebbibi kitap karakterlerinden Abdurrahman Efendi’nin Barbaros Bulvarı ve Vatan Caddesi’ne gönderme yaparak: “Bizim askerler Başbakan Menderes’i daha o zamanlar asmamıştı; o da sabah akşam İstanbul’da Kadillak arabasıyla geziyor ve yolunu kesen bütün eski evleri ve konakları yıkıp geniş caddeler açtırıyordu.” diyerek bahsettiği Adnan Menderes’ti. 1950 yılında iktidara gelen DP ve Adnan Menderes sanayidense tarıma yatırım yapmayı tercih etti ve ABD’den 1948 yılında alınan Marshall yardımları ile birçok yeni, teknolojik tarım aletleri satın alındı. Bu ise köyde tarımla ilgilenen köylüyü işinden etti ve köyde aradığını bulamayan köylünün şehirlere göç etmesine sebep oldu. Bu durum kitapta borçla İstanbul bileti alan köylünün ekonomik sıkıntısının tarihsel arka planını anlatıyor. Kitabın kronolojisine göre karakterlerimizin memleketi olan Beyşehir’den İstanbul’a göçler Marshall yardımlarından 6 yıl sonra 1954 yılında başlıyor.
Bu süre içerisinde İstanbul fazlasıyla göç alan bir şehir olmakla beraber bazı özel sebeplerden göç de veren bir şehir. Karakterimiz Mevlut’un babası ve amcasının İstanbul’a göçmesinden üç yıl önce şehrin kimliğini fazlasıyla etkileyen bir dışarıya göç dalgası vardır. Bu göç dalgasının sebebi Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığı haberi üzerine İstanbul’da yaşayan gayrimüslimlere yapılan saldırılar olmuştur. Birçok işyerinin yağmalandığı ve kiliselerin tahrip edildiği olaylar sırasında özellikle Beyoğlu ve Şişli bölgelerinden birçok Rum asıllı vatandaş ülkeden göç etmek zorunda kaldı. Bu tarihten sonra Anadolu’dan şehre göçler de çok ciddi oranda arttı. Kitapta Duttepe ve Kültepe olarak anılan bölgelerin Kuştepe, Çeliktepe, Gültepe, Seyrantepe bölgelerine işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bu bölgeler tıpkı kitapta da bahsedildiği gibi 50’li yıllar ve sonrasında gelen göçler ile gecekondu krallığına dönüşmüştür. Göç sonrasında kitabın okuduğumuz hikâyesinin oluşmasına vesile olan ikinci kişi ise 1965 yılında imar affı söylentileri ile genel seçimleri kazanan ve 1966 yılında çıkan Gecekondu Kanunu ile gecekondulara yasal bir zemin hazırlayan Süleyman Demirel olmuştur. Devlet arazisine izinsiz, tapusuz, gelip ev yapan ve muhtardan aldıkları kâğıtlar ile yıllar sonra tapu sahibi olan bu göçmenler, yaşadıkları yerlerin değerlenmesi ile şehrin zenginleri haline geldiler. Romanımızın ana karakteri olan Mevlut dahi olanca ticari başarısızlığına rağmen yıllar önce babasının amcasıyla beraber çevirdiği ev sayesinde para kazanmayı başarıyor. Mevlut’un aksine işin hilesini yapan, olaya makyavelist bir şekilde yaklaşan diğer göçmenler ise şehirde gökdelenler sahibi olmuştur. Bunların en iyi örneği romanda ismini fazlasıyla duyduğumuz Hacı Hamit Vural’dır.
Gecekondu Kanunu çıkmadan iki yıl önce şehirden dışarıya verilen ikinci gayrimüslim göç dalgasına şahit oluruz. Bu olayı kitapta Ferhat ve Mevlut’un çalıştığı Karlıova Lokantası aracılığıyla okuruz. Tarlabaşı’nda Nevizade Sokağı’nın arkalarında eski bir Rum meyhanesi iken 1964 yılında Başbakan İsmet İnönü tarafından bir gecede şehirden kovulan Rumlarla birlikte meyhanenin sahibinin de şehri terk etmesi sebebiyle Bingöllü bir garson lokantayı devralır. Zaten gergin olan Türk-Yunan ilişkileri 1960’lı yıllarda yaşanılan Kıbrıs sorunu ile had safhaya ulaşınca Tarlabaşı ve Feriköy gibi Rum nüfusun yoğun olduğu bölgeler çok ciddi bir kimlik değişimine uğrar. Bu olaylar olurken ana karakterimiz Mevlut Karataş henüz şehre gelmemiştir. Mevlut’un şehre gelmesi 1969 yılının yaz sonuna rastlar. Mevlut şehre geldiğinde Mevlut’un amcası ailesinin geri kalan üyeleriyle beraber kardeşinden ayrı Duttepe’ye taşınmıştır. Kültepe’de yalnız kalan Mustafa Karataş 12 yaşındaki oğlu Mevlut’u yanına çağırır. İki aile Kültepe ve Duttepe’de ayrı yaşamlar sürmeye başlarken Mevlut Karataş kitap için kritik vazifesini oynamaya başlar.
Pamuk’un Mevlut karakteri şüphesiz rastgele seçilmiş bir karakter değildi. Mevlut’un şehirde kaldığı 40 yıllık süreçte şahit olduğumuz en önemli nokta Mevlut’un özellikle kuzenleri üzerinden bir turnusol kâğıdı görevi görmesi olmuştur. Kuzenleri zenginlik basamaklarını çıkarken Mevlut’un kitabın birçok noktasında dürüstlüğü uğruna birçok fırsatı teptiğine şahit oluruz. Kuzenlerinin dönüşümünü Pamuk’un kitaba başlamadan bizlere sunduğu Jean-Jacques Rousseau alıntısı çok güzel anlatır: “Bir parça araziyi ilk çeviren ve ‘Burası benim’ deyip kendisine inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk kişi, sivil toplumun gerçek kurucusudur.” Mevlut zamanı geldiği zaman evinin yerine yapılan siteden daire almış olsa da orada çok fazla yaşayamaz ve boza satmayı hiçbir zaman bırakmaz. Her insan da olduğu gibi zaman ondan da bazı şeyleri götürmüştür fakat çevresindeki insanlara nazaran bu sivil toplum anlayışına direnen en kuvvetli kaledir Mevlut. Ticari oyunlarla işi olmadığı gibi siyasetle de pek arası yoktur. Oy verdiği kişileri metinde okuyor olsak da Mevlut’u bir gün sol gruplarla afiş asarken, başka bir gün duvarlara ülkücü yazılar yazarken, bir başka gün ise bir tarikat şeyhiyle beraber görürüz. Bunlar Mevlut’un kafasının karışık olduğunu göstermez aksine Mevlut’un ilişkilerini siyasi ve ticari çıkarlardan bağımsız tamamen bir samimiyet ile kurduğunu görürüz. Dolayısıyla olabildiğince değişmeyen Mevlut’un çevresinde baş döndürücü bir hızla değişen İstanbul’un hikâyesi çok daha etkileyici olur. Mevlut’un en değişmeyen yanı ise bozacılık yapması. 12 yaşında babasının yanında öğrendiği işini hiçbir zaman bırakmaz. Pamuk’un bu hikâyeyi bir bozacının gözünden anlatmasının da kitabın birçok noktasında olduğu gibi tesadüfi olmadığını söyleyebiliriz. Pamuk yıllar önce bir Alman dergisine yazdığı bir yazıda bozacıyı şöyle anlatır: “Elinde güğümleri, belindeki torbada leblebisi, tarçını, kar yağarken karanlık arka sokaklarda ‘İyi booza’ diye yanık ve kederli bir sesle bağıran bozacının sesi kadar pek az şey bütünüyle İstanbulludur.” İyi bir İstanbullu olarak İstanbul’un yarım asırlık hikayesini gene iyi bir İstanbullu olan bir bozacının sesinden dinleriz.
Mevlut, babasından bir yandan işi öğrenirken bir yandan da okulunu sürdürür fakat bu sırada ülkede olaylar bitmez. Ülke siyasi olarak sağ ve sol olarak ikiye ayrılmıştır. Bu durum Duttepe ve Kültepe’ye de yansır. Mevlut’un yakın arkadaşı Ferhat solcu iken, kuzenleri Korkut ve Süleyman sağcıdır, Mevlut ise iki grubun arasında kalmıştır. Bu karmaşa önce 1977 yılında Taksim’de 1 Mayıs eylemleri sırasında 34 kişinin ölmesine ve 19-26 Aralık 1978 döneminde 150 Alevi’nin öldürüldüğü Maraş Katliamına yol açar. Kahramanmaraş’ta yaşanan olaylar sonrasında şehirden İstanbul’a ve diğer şehirlere bir göç dalgası görürüz. Benzeri yer değiştirmeler İstanbul içinde de görülür. Mevlut’un arkadaşı olan Ferhat bir Alevi’dir ve Kültepe’den taşınır. Bu olaylar sonucu ise 12 Eylül 1980 günü ordu yönetime el koyar. Yaşanılan bu darbe de binlerce siyasi şüphelinin şehri hatta ülkeyi terk etmesine yol açar, İstanbul bir göç hareketine daha şahit olur. Bu olaylar sırasında 1978 yılında Mevlut babasının yanından ayrılıp Tarlabaşı’na taşınır. Mevlut yirmi küsur yıl Tarlabaşı’nda kalır. Şehrin en önemli dönüşümlerinden birisinin gerçekleştiği Tarlabaşı’nı Mevlut’un gözünden görürüz. İstanbul’u bekleyen son büyük göç hareketi ise doğu bölgesinde yaşanan terör olayları sonrasında gerçekleşir. 1987 yılında OHAL ilan edilir ve doğuda birçok mahalle boşaltılır. Doğu bölgelerinden İstanbul’a çok ciddi bir göç hareketi olur. Daha önce Rumların boşalttığı dairelere gelen doğulu vatandaşlar semtin çok ciddi bir şekilde yozlaşmasına sebep olur. 1986 yılında dönemin belediye başkanının 350 adet tarihi binayı yıkarak Tarlabaşı Bulvarı’nı açması ise hem semtin tarihini yok etmek adına hem de Tarlabaşı’nı Taksim’den ayırmak adına çok ciddi etki etmiş bir olaydır. Taksim’den uzaklaşan Tarlabaşı’nda uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık gibi suçlar had safhaya çıkarken evlenip çoluk çocuğa karışan Mevlut’e arkadaşı Ferhat’ın Tarlabaşı’nın dönüşümünü ima ederek başka bir yere taşınmasını önerdiğini görürüz. Kendisi de bir göçmen olmasına rağmen Mevlut de bu durumdan fazlasıyla rahatsız olur. Bunu şehrin yerlilerinin şehri terk etmesi sonucu birkaç kuşak önce şehre göç etmiş olanların kendilerini şehrin yerlileri olarak görmelerine de bağlayabiliriz. Şehir o kadar çok nüfus hareketine uğramıştır ki şehrin göçmenleri çok hızlı bir zaman diliminde şehrin yerlileri olmuştur.
Şehrin yerlileri olan eski göçmenlerin önce zamanında yaptıkları gecekondulara yasal geçerlilik sağlamaları, sonrasında zamanında şehrin dışı olarak sayılan bölgelerin gelişen imkânlarla şehrin içine dâhil olmasıyla her geçen gün zenginleştiğini görürüz.50’li yıllarda köylerinde tutunamayıp İstanbul’a göç eden Anadolu göçmeni halk, dönemin İstanbul yerlileri tarafından ötekileştirilmişti. 90’lı yıllarda doğudan gelen Kürt ve Alevi göçleri ile Anadolu göçmenleri şehrin yerlileri olmaya başladılar. En temiz kalplilerinden olan Mevlut’un dahi haz etmediği ötekileştirdiği grup oldular. Kitabın sonlandığı 2012 yılında da Suriye’den İstanbul’a göç hareketi başladı. Artık 90’lı yıllarda göç etmiş doğulu vatandaşlar şehrin yerlisi oldu ve Suriyeli vatandaşlar ötekileştirilen taraftalar. Göç artık dünyanın ve İstanbul’un bir gerçeği. İstanbul’u göç kavramının gerçeklerini bir kenara bırakarak tartışamayız. Göçün döngüsel gerçeklerini ise Orhan Pamuk Kafamda Bir Tuhaflık kitabı ile müthiş bir şekilde gözler önüne seriyor. Metnin son cümlesini kitabın son cümlesine gönderme yaparak Orhan Pamuk, ben ve bizim gibi birçok İstanbul sevdalısına ithafen şu şekilde bitirebiliriz: Biz bu âlemde en çok İstanbul’u sevdik.
Kaynakça
Orhan Pamuk, “Öteki Renkler”, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999.
Orhan Pamuk, “İstanbul: Hatıralar ve Şehir”.
Orhan Pamuk, “Kafamda Bir Tuhaflık”, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2014.
Ufuk Özcan, Ertan Eğribel (Ed.), “Sosyoloji Yıllığı, Kitap 20, Türk Sosyologları ve Eserleri”, “İstanbul ‘un Kimliği: İmparatorluk Merkezi”, içinde. Kitabevi Yayınları, 2010
Yusuf Adıgüzel, “Göç Sosyolojisi”, Nobel Akademi Yayıncılık, İstanbul, 2016.
https://www.orhanpamuk.net
Yorumlar
Yorum Gönder